İnsan hep arıyor.
Daha çocukken başlıyor bu arayış.
Önce annemizi, babamızı, kardeşimizi arıyoruz.
Sonra bir oyun arkadaşı bulup onu arar hale geliyoruz.
Biraz daha büyüyünce kalbimizin sadece kan pompalamakla yetinmediğini fark edip, sevip sevileceğimiz birini arıyoruz bu kez.

Peki, sevilmek aranarak bulunacak bir şey midir sizce?
Burada bir durup düşünelim, ararken mi sevildik?
Aramasaydık bulamaz mıydık?
Aradığımız için mi bulduk?
Ve bulduğumuz yerde gerçekten sevip sevilebildik mi?

En son ne zaman değişti kalbinin ritmi?
Hani şu meşhur “kelebekler” uçuştu mu karnında yakın zamanda?

Bence bir çoğumuz, aramadığını iddia ederek aradı “doğru kişisini” ama yine bir çoğumuz, gönül işlerine gafil avlandı.

Aramak sadece insan ilişkilerine dair değil üstelik.
Kimi zaman insanın kendini bulmasında da arayış devreye giriyor.
Sürekli arıyoruz. En iyisini, bizi ne mutlu eder’i, en iyi filmi, en güzel mekanı…
Arayış, akıl birazcık ermeye başlayınca yükleniyor insana.
Her yaşta, her coğrafyada.

Ve sonra iki ihtimal var bu arayış yolculuğunda, ya bu tüketimi lehine çevirip keyif alıyorsun ya da “aramak” yük oluyor, düşünmek ağır geliyor ve deliye vuruyorsun.

Ama arayış böyle bitmemeli.
Bitmemeli çünkü arayış bizi diri tutar.
O, bizimle mezara kadar gelmeli.

Bir gün bir ağacın altında uzanırken,
Seni oraya hangi arayışların getirdiğini bilmek, amaçsızca orada olmaktan daha anlamlı değil midir?